Birleşmiş Milletler (BM) Dünya İnsani Zirvesi 23-24 Mayıs tarihlerinde Türkiye'nin ev sahipliğinde İstanbul'da toplandı. Zirveye 60'a yakın devlet ve hükümet başkanı katıldı. Konu, Suriyeli mülteciler başta olmak üzere olmak üzere insan yardım alanındaki sorunlara çözüm arayışıydı.
Bu zirve gündemi itibariyle bir ilk. Ancak bu ilk sıfatı aslında ortak bir ayıbın da ifadesi. Zira milyonlarca insanın yaşam alanlarını terk edip ülke ülke dolaştığı düşünülünce, neden bu kadar gecikildiğine cevap bulmak bir hayli güç. Sadece, iç savaştan önce 20 milyonu aşkın nüfusa sahip olan Suriye'nin yarısından fazlasının bugün vatanlarını terk etmek zorunda kaldığını hatırlatırsak sanırım tablo gözümüzde daha da netleşecektir.
kinci dünya savaşından bu yana insanlığın gördüğü bu en büyük demografik hareketliliğe karşı gelişmiş ülkelerin duyarsızlığını, zirvenin kapanışında konuşan BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon'un şu sözleri çok iyi özetliyor sanırım.
"İnsani yardımlar için küresel düzeyde topladığımız yardım miktarı askeri harcamaların sadece yüzde 1'i!"
Evet, zenginliklerini savaşa, "Güneyin" ve "Doğunun" sömürüsüne borçlu olan Kuzey'in gözü dönmüşlüğü üzerine yeryüzünde söylemedik şey kalmadı. Kimileri de önce, bu tarz organizasyonların ve BM gibi oluşumların da sorgulanması gerektiğini iddia ediyorlar.
BM'nin berbat Afrika karnesinden, AB'nin ve ABD'nin neo-kolonyal politikalarından örnekler vererek "zirvenin pek de işe yaramayacağını" iddia eden Independent yazarlarından Ian Birrell gibi.
Birrel her söylediğinde haklı. Hatta yardım için örgütlenmiş kuruluşların sorun çözmekten ziyade "kar etmeye" yöneldiğine dair verdiği örneklerin de çok iyi niyetli olduğunu bile söyleyebiliriz.
Ne var ki terörden tutun da korkunç bebek ölümleri istatistiklerine kadar tüm dünyayı etkileyen kitlesel göç hareketlerini çözmek için uluslararası toplumun bu fiili durumda çözümler geliştirmesi gerekiyor. Yani somut durumun somut tahlilini yaparak köşeye çekilme lüksümüz yok.
Türkiye, bu gerçeklikleri radikal şekilde eleştirerek de bir şeyler yapılabileceğin en somut örneği olarak dünyanın önünde duruyor işte.
Milli gelir ve terör gibi öncelikli problemleri açısında üyesi oldu G-20 ülkelerine göre dezavantajlı olan Türkiye, insanlığın bu ortak sorumluluğunu adeta tek başına üstlenmiş durumda.
Hali hazırda 3 milyona yakın Suriyeli mülteciye ve sahipliği yapan Türkiye, bugüne değin bu işe 10 milyar dolara yakın para harcadı. Bir Avrupa ülkesi kadar nüfusu topraklarında barından Türkiye'nin göğüslediği sosyo-ekonomik problemlerde cabası.
Peki, bu işin sırrı ne? Türkiye'yi 14 yıldır yöneten Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın siyasi başarısının getirdiği refahı iyi yönetip bu tarz işlere kaynak ayırabilmesi mi? Yoksa doğunun kadim paylaşım kültürü mü?
Hayır. Öyle olsa ekonomisi en az Türkiye kadar iyi olan Suudi Arabistan'dan da benzer bir performans beklememiz gerekirdi. Ya da Türkiye göre daha "doğuda" olan İran'ı mültecilere yardım konusunda sahada daha çok görürdük değil mi?
Evet, işin sırrı, Türkiye'nin yaşama geçirmeye başardığı uzun vadeli insani kalkınma modelinde. İçerde orta sınıfı 14 yıldı yüzde yirmiden yüzden 40 çıkarmayı başaran Türkiye yönetimi, aynı yönetimi tüm mülteci politikalarında uyguluyor. Dezavantajlı kesimleri bakılacak bir yük değil, uzun vadede gündelik yaşamın örgütlenmesinde bir kaynak olarak görüyor.
Gelecek yıllar, İdomeni de olduğu gibi sınırlarını dikenli tellerle koruyup içe kapanan Avrupa'nın değil, çaresiz insanlara kucak açarak açılan ve büyüyen Türkiye'nin doğru yaptığını tüm dünyaya gösterecek.