Birinci Dünya Savaşı'yla ömrü sona eren imparatorluklardan biri olan Osmanlı İmparatorluğu bölündüğünde, sadece Ortadoğu'da sekiz tane ülke kurulmuştu. Bunda, imparatorluk bünyesinde olup da, son ana kadar Halife'ye sadık kalmış olan geniş Arap toplulukların olmasının payı büyüktü. Zira, örneğin Balkanlardaki parçalanma savaştan çok daha önce başlamış ve nerdeyse nihayete ermişti bile.
Haziran 1916'da başlamış olan Arap isyanının 100. yıl dönümünde, bu durumun sebeplerini tekrar hatırlamakta fayda var. Arap milliyetçiliği ve Osmanlı'dan kopuş fikri, 1860'lardan itibaren, ağırlıklı olarak Hristiyan Arap entelijansiyası tarafından savunulmuş ve sahiplenilmişti. Ancak İttihat ve Terakki'nin, Arap coğrafyasına yatırımları ve verdiği değerle bilinen Sultan II. Abdülhamit'i 1909'da devirip, 1913'te de iktidarı zorba yöntemlerle ele geçirmesi Arap milliyetçiliğinin de yükselmesine zemin hazırladı.
Zira iktidarları 5 yıl 268 gün sürse de, İttihatçılar her açıdan 'iz bırakan' icraatlara imza attılar. Bu dönemde, iki soru güç kazanarak, Osmanlı İmparatorluğu'nun üzerine bina edildiği sacayağının iki hayati unsurunu, ümmet şuuru ve makam-ı hilafete bağlılığı sarsmıştır.
Birincisi, Jön Türklerden, Sultan Abdülhamit'i deviren İttihatçılara kadar devam eden milliyetçilik damarı, Halife ve İmparatorluğa bağlı olan Araplarda bile neden milliyetçilik yapmadıkları sorusu sorulmaya başlamıştır. İkincisi, İslâm Halifesi'nin, yani Sultan Abdülhamit'in İttihatçılar tarafından zorla azledilmesi, Hilafet makamının heybetine ve kuşatıcı gücüne zarar vermiştir. "Yönetimdekiler Hilafet'e saygı duymazken, biz neden bağlılık duyalım?" sorusu sorulmaya başlanmıştır.
Ayrıca Arapların 'kan dökücü' anlamındaki 'El-Saffah' lâkabını taktığı Cemal Paşa'nın 'ayrılıkçı ve hain' oldukları iddiasıyla Bilâd'üş Şam'daki Arapların önde gelen dini/ kanaat önderlerini infaz veya tehcir ettirmesi,
Modern devlet aygıtına evrilirken halkın hayatına daha fazla müdahil olan Osmanlı İmparatorluğu'nun gittikçe merkezîleşen politikalara kayarak yerel halkların arzu ve taleplerine hitap etmemesi,
Arapların İstanbul'daki temsili azalırken, Bilâd'üş Şam'a Arap olmayan, kimisi üstenci yöneticilerin atanması gibi sebepler sıralanabilir.
Tüm bunlara rağmen, savaş boyunca Osmanlı ordusunda hilafet makamının muhafazası için savaşan Arapların sayısının isyan etmeyi seçenlerden oldukça fazla olduğunu tarihsel bir gerçek olarak belirtmek gerekir. Nitekim sadece Çanakkale'de, o zaman Albay olan Atatürk'ün komutasında, Arıburnu'ndan İngilizleri püskürten askerlerin yarısı Araptır. İngiliz ordusunun en ağır yenilgilerinden biri olan Irak'taki Kut'ul Ammare Zaferi'nin kazanılmasında ve Medine'deki Osmanlı Garnizonu'nun Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra dahi uzun süre teslim olmamasında hem Arap askerlerin hem de Arap halkının katkısı büyüktür.
Bu arada İngilizler, isyan eden Arap liderlere söz verdikleri Suriye'yi bir ay önce, 29 Nisan 1916'da Fransızlara, yine söz verdikleri Filistin'i ise, bir sene sonra Balfour Deklarasyonu ile Siyonistlere vermişlerdir bile.
Birinci Dünya Savaşı tarihi, Müslümanların istişare ve ittifak edemedikleri noktaları, yabancı devletlerin nasıl başarılı biçimde manipüle ederek dolduracağının ve sömüreceğinin tarihidir aynı zamanda.
Türk milliyetçisi Kemalist rejimin anlatısına uygun olarak kurguladığı okul tarih kitaplarında, son yıllara kadarki anlatı, Arapların, Osmanlı'ya ihanet eden bir topluluk olduğu idi. Bu anlatı, Ak Parti iktidarında devrimsel biçimde değişti. Önce Arapları ve diğer etnik grupları yaftalayan cümleler kitaplardan ayıklandı.
Çanakkale Şehitliği'nde yatan, mezar taşında Halep, Gazze, Kudüs, Musul, Rakka yazan Arap şehitlerin gündeme geldiği, Kut'ül Ammare Zaferi'nin bu yıl Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın himayelerinde kutlandığı, ekonomiden jeopolitik ortak menfaatlerimize dek pek çok alanda Arap-Türk işbirliğinin hayırlarının işlendiği bir 'habitus' Türkiye'de oluştu. Benzer bir habitusun bazı diğer Arap ülkelerinde de oluştuğunu gözlemlemek mümkün ve bu önümüzdeki 100 yıla dair ümit verici.
Artık Osmanlı İmparatorluğu da yok, İslâm Halifesi de. Ama bambaşka dinamiklerimiz, bambaşka potansiyellerimiz, bambaşka güçlerimiz ve bambaşka zayıflıklarımız var. Yine de hâlâ 100 yıl önceye bakarak, öğreneceğimiz çok şey var.