17 Aralık 2013'te, emniyet ve yargıdaki Gülenci klik, bazı Ak Partili Bakanlar hakkında yolsuzluk iddiasıyla tutuklamalara başlamıştı. 25 Aralık'ta bu soruşturma çizgisini Erdoğan ve ailesine kadar uzatmaya kalkacaklardı. İşte bu tarihten sadece iki hafta önce Can Dündar, şöyle yazmıştı: "Amerikan rüzgârı bu, belli mi olur, gün gelir esintiyi Pensilvanya'dan yana döndürür, Ankara'da ampulleri söndürür."
Kötü metaforları bir yana, Dündar açıkça Amerikan destekli bir Gülenci darbenin gelmekte olduğunu ima ediyordu. 25 Aralık'tan sonra, Gülen ve Erdoğan arasında bir satrancın oynandığına işaret ederek şöyle yazmıştı: "İktidar satrancının gidişatı netleşiyor. Piyonlar devrildi, sıra Şah'lara geliyor."
Gülenci darbe girişimi Erdoğan tarafından geri püskürtülünce, önce 1 Ocak'ta, ardından 14 Ocak'ta MİT tırları, jandarma tarafından durdurulmaya başlandı. 19 Ocak'taki durdurma girişiminde MİT mensuplarına jandarma tarafından silah çekildi ve kelepçe takıldı. Devlete, Gülenci derin devlet tarafından darbe vurulma çabası sürüyordu.
Can Dündar, yukarıdaki alıntılardan anlaşılacağı üzere, bu hikâyeye dâhil olan bir isimdi. Ama aktif katılımı, 7 Haziran seçimlerine bir hafta kala yönettiği Cumhuriyet gazetesinin MİT tırlarında Suriye'ye silah ve 'cihatçı' sevk edildiği iddiasıydı. Dündar, MİT tırları iddianamesinde, şüpheli ifadelerinde ve hatta kendi yayınladığı haberde bile bir kez IŞID kelimesi geçmezken sevkiyatın DAEŞ'e yapıldığını iddia ediyordu. O günden itibaren attığı üç tweette de aynı iddiasını sürdürdü. Ancak savcılık ifadesinde 'nereye gittiği bilinmiyor' dedi. Neden DAEŞ'e gittiği sorulduğunda ise 'öyle duymuştum' dedi.
Dündar'ın sicil de yaptıkları da hem çok kötü bir gazeteci olduğunun hem de gazetecilik faaliyetini devletin sırlarını ifşa etmek yönünde kullandığının delili aslında. Burada ilginç olan noktalardan ilki, ABD Başkan Yardımcısı'nın Türkiye ziyaretinde, hâlen yargı aşamasında olan Dündar'la ilgili yaptığı 'kahraman' tanımlamasıdır. Bundan daha ilginç olansa, daha mahkeme aşamasına bile ulaşmamış bir dava hakkında, Anayasa Mahkemesi tarafından karar açıklanmasıdır.
Şayet AYM, Dündar'ın tutuklu yargılanmasına dair bir karar varmış olsaydı, bu kadar skandal olarak karşılanmayacaktı. Fakat AYM, anayasada belirlenen sınırlarının dışına çıkarak, kendisini esas mahkemesi yerine koyarak bir karar açıkladı.
Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Hukukçu Mehmet Uçum'dan bu kararı değerlendirmesini istediğimde, şöyle yorumladı:
"Yürüyen davalarda AYM ancak şekli hukuk denetimi yapabilir. İşin esasına giremez ve maddi hukuk denetimi yapamaz. Ceza hukuku açısından yürüyen davalara ilişkin bireysel başvuruda AYM sadece "Ceza Muhakeme Hukuku" bağlamında anayasal ilke ve kural denetimi yapabilir. Bunun anlamı da soruşturma ve kovuşturma aşamasındaki usul işlemlerinde hak ihlali olup olmadığının tespitidir. Örneğin tutuklama kararının tedbir amacına uygun olup olmadığıdır. Eğer AYM yürüyen davalara ilişkin başvurularda bu sınırların dışına çıkıp "Ceza Hukuku" ilişkili denetim yapmaya kalkışırsa doğal hâkim ilkesini ihlal ettiği gibi yerel mahkemenin görev alanına girerek yetki gaspı yapmış olur. Ayrıca böyle bir denetim henüz yargılaması tamamlanmamış eksik dosya içeriğine dayandığı ve dosya üzerinden olduğu için asla hukuksal bir değerlendirme olamaz, sübjektif ve siyasi bir yaklaşım olur. Bunu kabul etmek mümkün değildir. AYM'nin son kararı şekli hukuk bağlantılı denetimi aşıp işin esasına giren maddi hukuk denetimi olduğundan bu yönleriyle bireysel başvuru hukukuna açıkça aykırıdır."
Bu kararla AYM, hukuki ve siyaset-üstü bir kurum olmadığını, bilakis siyasî kararlar alan, bunun için gerekirse adını aldığı anayasayı bile çiğnemeye hazır, denetim ve hesap verebilirlikten uzak bir yapı olduğunu kanıtlamıştır.